HARİNGTON KUPASI…
Malumunuz, yer yüzünde ülkesi işgal edilen
hiçbir ülkenin vatandaşlarının işgalciler ile yaptıkları maçlarla öğündükleri,
hele onların ellerinden aldıkları aslında utanılası kupa ile de öğünmeleri vaki
değildir.
Ama maalesef bir tek Galatasaray’lının,
Beşiktaş’lının İşgal yıllarında, işgal kuvvetlerini eğlendirmek için yaptıkları
maçlardan söz etmedikleri yerde Fenerbahçelilerin Harington Kupası ile
öğünmeleri onların ülkemiz insanına yaşattığı rezillikleri örtme çabasından
başka bir şey değildir.
Şunu asla unutmayın..!
Eğer Fenerbahçe bir olay ile ilgili olarak ne
kadar çok öğünürse, ortaya kahramanlık destanları yaratmaya kalkarsa artık
eminim ki ortada bir bit yeniği vardır.
Yıllardır zaman zaman gündeme geldiğinde
herkesin nefretle, Fenerbahçelilerin ise övünçle andıkları Harington kupasını
bu defa Galatasaray'da İletişim ve Medya Direktörlüğü, resmi kulüp dergisinin
genel yayın yönetmenliği olan Mehmet Şenol bey bir flood ile gündeme taşıdı.
Ben de bu önemli bilgilerin her zaman el
altında olmasını istediğimden kendisinin izni ile blog sayfamda yayınlıyorum.
…………………………………………………………………
Son 15-20 yıldır Fenerbahçe'de futbol dışı anlatı
(hikaye) başladı.
Temel olarak, 3 iddianın altı çeşitli
öykülerle doldurularak anlatılıyor:
“Milli mücadelede aktif yeralmıştı”,
“Atatürk Fenerbahçeliydi“,
“İşgalcilere karşı halkın umudu olarak
Harington kupasını aldı”.
“Milli Mücadele”, “Atatürk” gibi ortak
paydamız olan değerleri sahiplenerek öne çıkma çabası bir yana, Galatasaray’ı
da suçlayarak değersizleştirme çabası gösteriliyor (Fransız tohumları,
İşgalcilere okulunuzu açtınız, Atatürk bizim vs.). Bakalım neymiş ne
değilmiş....
Önce Harington Kupası’nı inceleyeceğim.
Ardından “Milli Mücadeledeki Fenerbahçe”ye bakacağım. “Atatürk Fenerbahçeli”
olduğu iddiasını yazdığım için bunu atlıyorum.
Sonda da Fenerbahçe’nin neden tarihini
farklılaştırma gayreti sarfettiğine dair fikirlerimi yazacağım.
Önce, Fenerbahçe’nin bugün yoğun Milli
Mücadeleci, Atatürkçü retoriği kullandığı işgal döneminin tümünde kulübün
başında olan, faaliyetlerine önderlik eden Fenerbahçe Başkanı’nına bakalım.
Fenerbahçe’nin konuşulmasından hoşlanmadığı, dillendirmek istemediği bir konu
bu.
Bu yukarıdaki bütün o retoriği tek başına
paramparça etmektedir. Dönemin Fenerbahçe Başkanı, Osmanlı hanedanından şehzade
Ömer Faruk Efendi’dir. Ve artık Padişah ve Halife tarafından planlandığı
bilinen “son çırpınış”ın öznesi olarak Atatürk’ün yerini almaya cüret etmiştir.
Üstelik, Milli mücadelede herşey yoluna
girerken, yani İnönü zaferleri kazanıldıktan sonra yapmıştır bunu.
"Plan" diyorum, çünkü Babası
Abdülmecit'in, amcasının oğlu Vahdettin'e, hemen öncesinde 2 mektup gönderip
"Anadolu'ya şehzadelerin gönderilmesini" önerdiğini biliyoruz.
Kuvayı Milliye hareketinin önderliğini
Osmanlı sülalesine geçirme planının öznesi olmuştur Fenerbahçe Başkanı.
Vahdettin’in damadı, İstanbul günlerinden tanıdığı olan Mustafa Kemal’in “gelme”
haberine rağmen, ısrarla Ankara’ya gidip hareketin başına geçmek için yola
çıkmıştır.
Fenerbahçe kaynakları bu hazin olayı
inanılmaz bir pişkinlikle anlatıyorlar. Onlara göre, Anadolu hareketine
katılmak istemişmiş. Bu konudan hiç haberdar olmayan elbette çok ama duyup da o
“mazeret”e safça inanan Fenerbahçelilerin sayısı da az değil. Ama şunu
atlamışlar:
Gerçek niyetin ne olduğunu, Mustafa Kemal,
olaydan 1 yıl bir geçmeden 24 Aralık 1921’deki Meclis’te yaptığı ve nihayet
yayınlanan TBMM gizli celse kayıtlarında anlatmış!
Mustafa Kemal, Anadolu hareketinin başarıya
ulaşacağının ortaya çıkmasıyla Padişah tarafından başlatılan bu girişimin Ömer
Faruk Efendi’yi Milli Mücadele’nin başına getirerek onu yeni padişah yapmayı
planladığını şöyle anlatıyor:
Yazıyla da ekleyeyim: “Şahsen Ömer Faruk
Efendi’yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta
bulunan bazı arkadaşlarla da şifahen haber göndermişti. Bana gönderdiği
şeylerde diyor ki...."/
"...Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir
gelmez, benim şeraitimi şimdiden tespit ediniz ve buradan birtakım insanlar
getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır. Doğrudan doğruya istihdaf ettiği
gaye, halife ve padişah olmak...." /
Merak eden okusun, tümünü yukarda fotoğraf
olarak koydum. Atatürk, görüldüğü gibi,"gayeyi" bizzat teşhis
etmiş...
İşte FB kaynaklarının, (Bkz: “Sarı Lacivert
Kurtuluş Savaşı”, S. Meydan) “İstanbul ve Padişah Vahdettin İngilizlerle
birlikte Milli Hareketi yok etmek için çabalarken, FB’li şehzade Ömer Faruk
Efendi, Milli Harekete katılmak için Anadolu’ya geçmişti.” cümlelerinin arka
planı!
İşgal dönemi dahil 5 yıl (1919-1924)
Fenerbahçe Başkanlığı görevini yapan Ömer Faruk Efendi, 1924 yılının başlarında
arkadaşı Milli Mücadele’nin lideri tarafından ülkeden çıkarılmış ve bir daha
Türkiye Cumhuriyeti'ne dönememiştir. (fotoğrafta, ortada)
Halife Abdülmecit Efendi’nin oğlu, Padişah'ın
kızı Sabiha Sultan ile dillere destan bir düğün ile evlenen, filozof Rıza
Tevfik’in ironik ifadesiyle “Anadolu işgale uğrarken İsviçre Alplerindeki
Terrie kasabasında tatilde olan” Ömer Faruk Efendi, 80 yaşında Mısır’da
öldü...
Yıllar sonra Ömer Faruk Efendi sürgündeyken "Bize
artık ihtiyaç kalmamış. Ben bittabi bunu bilemezdim, çok gençtim"
diyerek günah çıkarması oldukça trajikti.
Atatürkün konuşmasında bahsettiği, Ömer Faruk
Efendi'yi "Ankara'ya gidip "halife ve padişah olmaya sakın
yeltenme" diye ikna etmeye çalışanın da bir Galatasaray Kurucu Babası,
Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey olması ise maalesef bilmedikleri bir başka trajedi...
Evet, arık General Harington Kupası’nın
hikayesine, sanırım bilinmesi istenmediği için pek bilinmeyen bu “yaman
çelişki”den sonra geçebiliriz...
General Harington Kupası maçı, 29 Haziran
1923’te yapıldı. Fenerbahçe resmi sitesinde şöyle anlatılıyor maç:
Yazı, bize milliyetçi duyguların
fişeklendiği, çok hararetli bir atmosferi anlatıyor: “Fenerbahçeye özel bir kin
duyan” işgalci komutan Fenerbahçeyi maça davet ediyor. Kulüp kabul ediyor.
Mağrur ve küstah bir şekilde statta özel koltuğunda oturup alaycı
bakışlarla.../
...futbolcularının Fenerbahçe’yi eze eze
yenmesini seyretmeyi planlamış olan general büyük hüsrana uğruyor. Fenerbahçe,
mucizeyi gerçekleştiriyor ve halkın kin ve öfkesinin simgesi olarak kendisinden
kat kat güçlü olan işgalcileri (“adeta bir “İngiltere Milli Takımı”!) yeniyor
... Halk coşku içinde sokaklara fırlıyor,
futbolcuları omuzlarında caddelerde taşıyor... Tam bir film senaryosu. Zafere
Kaçış filmine nasıl benziyor, değil mi?
Bir zaman tüneli makinemiz olsaydı, 29
Haziran 1923 gününe geri dönseydik, şunlarla karşılaşacaktık. İstanbul’da hayat
normal akışına döneli neredeyse 1 yıl olmuştu.
Padişah Vahdettin çok şehri terketmişti.
Şehri artık Kuvayi Milliye yani Ankara Hükümeti yönetiyordu.
Çünkü o maçtan tam 9 ay 25 gün önce Kuvayı
Milliye İzmir’e girerek kurtuluş savaşını fiilen sona erdirmişti. (4 Eylül
1922)
Çünkü o maçtan tam 9 ay 11 gün önce
Mudanya’da bizzat Ankara Hükümetini temsil eden İsmet Paşa, General
Harington’la masaya oturarak İstanbul’dan çekilme takvimi oluşturmuşlardı. (11
Ekim 1922) (en sağdaki General Harington)
19 Ekim 1922, yani maçtan tam 8 ay 10 öncesi,
Ankara Hükümeti’ni, Kuvayı Milliye’yi temsilen Refet Paşa’nın İstanbul’a
geldiği gündür.
Geldiğindeki karşılamayı, o inanılmaz coşkulu
görüntüleri aşağıya koyuyorum. Görüntüler, bayraklar sanırım her şeyi
anlatıyor. İşgal altındaki bir şehir değildir artık İstanbul...
Bu da Gülnihal Vapuru'nun İstabul'a
girdiğinde, Boğaz'daki coşku.. yüzlerce tekneyle karşılama...
Görüldüğü gibi, Duyguların tavan yaptığı tek
yer burasıdır. Sokaklarda tek bir işgal askeri yoktur, tümü gelen emirle
eşyalarını kışlalarında toparlamakla meşguldür. Kısacası, işgalin esas sona
erişinin tarihi 19 Ekim 1922’dir.
Hazır mısınız? Şimdi buraya o büyük günden
bir fotoğraf koyuyorum. Soldaki Refet Paşa... Sağdakini tanıdınız mı?
Hayır, “işgale karşı başkaldırışın simgesi”
Fenerbahçe’nin başkanı, kaptanı vs. değil. Evet, Galatasaray’ın kurucusu Ali
Sami Efendi sağdaki!
O gün, Refet Paşa’yı karşılayanlar arasında
halktan Fenerbahçeliler muhakkak vardı. Ama bizde Kurucumuz Ali Sami Efendi’nin
İstanbul kulüpleri adına Refet Paşa’yı karşılarken çekilmiş bu olağanüstü güzel
fotoğrafı var..
Ve biz bu fotoğraftan yola çıkıp işte “işgale
karşı mücadele süresince İstanbullulara önderlik eden Galatasaraylıların reisi
Ali Sami bey, meşakkatli mesailerinden ötürü Refet Paşa tarafından tebrik
ediliyor” diyerek arkasına hamaset dolu bir öykü uydurmamışız...
Bu fotoğrafın çekildiği gün 23 Ekim 1922’de,
Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, 1 ay sonra bir İngiliz gemisiyle
İstanbul’u terk edecek olan kayınpederi Padişah ile “saltanatın yürürlükten
kaldırılacağı” haberinin sonucunu konuşuyordu. (1 Kasım 1922’de kaldırıldı)
Ve nitekim bir Ailenin iktidarının devamı
için, Cumhuriyet'in gelişinin farkında olmadan üzerine konmaya çalışanların
bildiğimiz akıbeti...
Ana konuya geri dönüyorum. Peki, Refet
Paşa’nın idareyi fiilen almasının üzerinden tam tam 8.5 ay geçtikten sonra, bu
Kupa nasıl olur da “işgalden kurtuluşun simgesi” olabilir?
Elbette olamaz. Ve değildir de zaten.
Tekrar zaman tüneli makinemize girelim ve tam
maç gününe, 29 Haziran 1923 gününe geri dönelim. İstanbul’da şunlarla
karşılaşacaktık:
Refet Paşa, İstanbul’un idaresini artık
tamamen eline almıştır. Öyle ki, Türk askerleri evlere baskı yapmakta,
Ankara’dan gönderilen “tutuklanacak hainler” listesindeki isimleri tek tek
evlerinden almaktadır.
İşgal kuvvetleri, buna karışmamakta,
çekilmenin lojistik işleriyle uğraşmaktadırlar. Sürekli toplantılar yapılmakta,
ayrıntılar konuşulmakta, İşgal Kuvvetleri’nin ellerindeki malzemelerden taşınamayacak
olanların satışı yapılmaktadır.
General Harrington, zaten yumuşak başlı,
Türklerle iyi geçinmek isteyen bir idarecidir. Mustafa Kemal’e hayrandır.
İstanbul’u, İstanbulluları seven biridir. Hatta daha dün işbirliği yaptığı
isimlerin tutuklanmalarına yardımcı bile olmaktadır.
Buna bir örnek vereyim. En üst düzey adamı
olan Müttefiklerarası Polis Komutanı Albay Colin Robert Ballard’ı, Refet Paşa
ile çalışmayı reddettiği için almış görevden. O dönemdeki bir Fransız raporu,
Harington’un karakterini de ortaya çıkarıyor:
İşte böyle bir işgal komutanının İstanbul’dan
ayrılmadan önceki etkinliklerinden biriydi o maç. Aslında maç da demeyelim, söz
konusu olan bir turnuvaydı!
Evet, turnuva... Üstelik İngilizlerin kendi
kurdukları takımlar arasındaki bir turnuva...
Harington Kupası, aslında vakit geçirmek
isteyen İngiliz askerleri için düzenlenen bir turnuvaydı. O takım isimleri de
(Irish Guards, Grenadiers Guards ve Coldstream Guards) askerler bulundukları
kendi birliklerine göre koymuştu.
Örneğin “Grenadiers”, el bombalı piyade
birliği askerlerinin birliğiydi.
Goldstream Guards” (FB kaynakları yıllardır
Goldstream olarak yazıyorlar; “Coldstream Guards” olmalı bu birlik),
kafalarındaki şu meşhur uzun kırmızı şapkalarıyla bilinen en eski tören
birliğiydi.
Evet ordudaki askerler bunlar; ama Fenerbahçe
kaynakları bunları “İngiliz Milli Takımı” gibi tanımlıyorlar Sadece o maç için
İngiltere’den, Mısır’dan filan profesyonel futbolcu getirdiklerini de uyduran “kaynaklar” da var ki pes diyorum
artık.
Şaka gibi.
Basit, mantık bile çalıştırılsa yanlış.
Adamlar zaten gidiyor, Mısır'dan Süveyş'den niye asker getirsinler? Uçak seferi
filan da yok hani...
Anlatıda kullanılan diğer gerçek dışı yan
unsurlarından biri de şu: General Harington’un giderayak bir PR çalışması
çerçevesinde ”dostluk” adına yaptığı çağrı da ”özel kin duyduğu”
safsatasını uydurdukları Fenerbahçe’ye değil.
Söz konusu turnuva tamamlandıktan sonra
(Coldstream kazanmış), 4-5 yıldır zaten güzel güzel dostluk maçı yaptıkları tüm
kulüplere davet yapmışlar. Bu daveti diğer kulüpler pek önemsememiş, yanıt
verme gereği de duymamışlar. Hevesle tek atlayan Fenerbahçe yöneticileri...
Yani o maç, “işgal koşullarında” değil,
“dostluk koşullarında” yapılan eğlenceli bir etkinlik aslında. Nitekim
maçtan sonra hep birlikte bir çay partisine gitmeleri de bunu gösteriyor.
Yani anlatıdaki gergin, on binlerin atılan
her golde intikam diye bağırdığı bir durum asla yok. Tersine, herkes keyifli.
İngilizler nihayet döneceği için mutlu, Harington, bir sevgi halesi içinde
olduğu için mutlu, Türk’ler, zaten mutlu. İltifatlar, müzik, çay partisi...
Şimdi, bu noktada o gün yaşanan gerçek
“hava”yı hissedebileceğiniz tek kaynak, anılar ve gazete kupürleri olabilir.
Önce “anılar”a bakalım.
General Harington’un anıları var mı diye
araştırma yaparken şu kitabı buldum. Açıkçası hem Harington’ın anılarını
yazdığını öğrenmekten, hem de üstelik bunun Türkçeye çevrilmiş olmasından
dolayı sevinmiştim.
Ama bir dakika... Hürriyet’te yayınlanan
habere, Fenerbahçe’nin oynadığı kupa finalinin ballandıra ballandıra
anlatılmasına bakarak, popüler yazar Atilla Oral’n bu kitabında Harington’un
kendi bakış açısından olayı anlattığı satırları bulacağını düşünenleri uyarayım
baştan.
Öyle birşey yok. Fenerbahçeli tarihçi,
maalesef bizi yanlış yönlendiriyor. Çünkü Harrington’un orjinal anılarında ne
kupayla, ne Fenerbahçe ile hatta ne de futbolla ilgili tek bir satır bile yok!
Kitabın orjinalinin pdf’ini merak edenler
için buldum: https://archive.org/details/TimHaringtonLooksBack/page/n109
Harington’un kitabının zaten bir bölümünü
oluşturan İstanbul günlerinde en ilgi çekici şey, karısının köpekleriyle
Belgrad ormanlarında yolunu şaşırıp kaybolması ve generali telaşlandırması....
Bir de son bölümde (sf 211) tanıdığı
şahsiyetleri anlatırken Vahdettin ve Halide Edip bölümü var ilgimizi
çekebilecek; o kadar. Bir ara kriketten bahsediyor. Bir de Ordu spor
komitesinin kurucusu olduğundan, hepsi bu! Kitabın geri kalanı askerlik anısı.
General Haringon, kitabının o bölümünde
Mustafa Kemal’e nasıl saygı duyduğunu, İstanbul halkıyla nasıl dost olduğunu
filan anlatıyor.
Ama sanki Harington’un anıları gibi sunulan
bu kitapta da, esasen aslı Fenerbahçe sitesinde olan o “destan anlatısı”
var:
(Bu anlatının bir de maçı tasvir eden ikinci
bölümü var; ona birazdan geleceğim.) Hamaset edebiyatının mükemmel bir örneği.
“İşgalcilerle hesaplaşma”... “intikam duyguları”... “ Kocatepe’deki şahlanışın
provası...”...
Yani, maç futbolu geçmiş, işgalcilerle
hesaplaşmaya dönmüş.
İstanbul halkının intikam duygularını teselli
eden yegane olay olmuş. Fenerbahçe Kuvvayı Milliye ruhunun halk içindeki
sembolü olmuş. E, zaten Atatürk de Fenerbahçeliymiş... “Anlatı”yı böyle kurmuş
yazan.
Şimdi bir iki fotoğraf koyacağım. Bunlar
İşgal dönemindeki Fenerbahçe'nin maçlarından... Bu fotoğraflar "Kuvayı
Milliye ruhu", "intikam" vs. fotoğrafları olabilir mi sizce?
Mesela, bir başkası... Ya gayet normal
aslında bu fotoğraflar.. İki takım hep birlikte poz vermiş...
Ama normal olmayan, bu maçların adeta
"istiklal savaşı" gibi gösterilmesi...
Neden böyle bir algıya başvurmuş yazar sizce?
Sanırım artık doğru olup olmadığını kimsenin
sorgulamaya bile cesaret edemeyecek kadar yerleşikleşmiş bu çarpıtılmış masalın
devam etmesini istiyor. Halel gelmesini istemiyor. İnanılmaz ama filmini
çektiklerini duyuyorum.
Evet, gerçekten filmini çekeceklermiş! Tahmin
ediyorum, filmde 29 Haziran 1923 günü oynanmış o maçın sonunu aynı şu standart
anlatıdaki gibi canlandıracaklar:
Tahmin ediyorum, filmde 29 Haziran 1923 günü
oynanmış o maçın sonunu aynı şu standart anlatıdaki gibi canlandıracaklar:
Yani "fesler havada uçuşmuş",
"omuzlar üstünde staddan çıkmışlar"... "Beyoğlu caddelerine
omuzlar üzerinde... "Milli zafer.."""
Konuyu bilenler, biliyor ki, bu anlatılan maç
sonrası “coşku”, zekice yapılan çarpıtma. O maça tarihi bir önem atfetmek
istedikleri için, maç sonunun sıradan olmasını istemiyorlar. Bu nedenle yazar
maç sonuna olağanüstü bir coşku katması gerektiğini biliyor.
O güne dair tarihi hiçbir kayıtta öyle bir
coşku olmadığı için (birazdan göreceğiz) çok etik dışı bir şey yapıyor: O maçta
oynayan, hatta gol atanlardan Zeki Rıza’nın yıllar sonra oynanan başka bir maç
için yazdığı bir anıyı oraya monte ediyor!
O “anı”, Taksim Stadı’nın yıkılışı nedeniyle
1940’ta Akşam Gazetesi’nde yayınlanan stad anılarında bahsettiği 1927 yılına
ait Slavia maçının sonu aslında: ”Slavia ile yaptığımız ikinci maç günü. Bu
maçı hiç unutamam. Slavia’yı yeneceğimizi hiç ümit etmiyordum...."/
"...O ne büyük bir hadiseydi. Maçtan
sonra bir an içinde kendimi bir insan selinin omuzları üstünde bulmuştum. O
zaman bu adetti. Parlak başarılardan sonra Taksim Meydanı’na kadar futbolcular
omuzlarda taşınırdı. Biz de uzun müddet omuzlarda gittik.”
Bir de "anlatı"da, İnönü’ün
Lozan’dan telgraf çekmesi var; hayal dünyasının bir diğer ürünü.. Öyle bir
telgraf yok elbette. Yazışmaların tümü yayınlandı, aralarından böyle bir
telgraf çıkmadı. İsmet Paşa’nın başında o kadar dert varken o maçtan haberi
olması koca bir şaka..
Ben size söylemiştim uzun olacak diye :-)
Daha var yazacaklarım epey...
İşgal döneminde Fenerbahçe 50, Galatasaray 23
(10’u Fransız askerleriyle) , Altınordu 7 olmak üzere toplam 80 maç yapmış. İlk
maçı, işgalin hemen 11 gün sonrasında Fenerbahçe yapmış....
Savaşın sona ermesinden sonra (30 Ağustos
1922) da maçların 11 ay boyunca devam etmesi (son maç 30 Eylül 1923), bu
maçların niteliğinin kesinlikle Fenerbahçe’nin algılatmaya çalıştığı gibi
olmadığını da gösteriyor.
Kimseyi maç yaptılar diye suçlamak da yanlış.
Unutmayalım ki, Ankara Hükümeti’nin destekçileri arasında İtalyanlar ve
Fransızlar da vardı. Dahası İngilizler Yunanistan ile yaptığımız savaşta
tarafsızlık kararı almıştı. (Birazdan silah kaçırma bahsinde değineceğim
ayrıntılı)
O dönemin havasını bilmeden saçma bir efsane
yaratmak çok yanlış. Vakit geçirmek için İngiliz askerlerine yaptırılan bu
eğlencelik maçların, dönemin İT/Kuvayı Milliye yanlısı gazetelerinden
bazılarınca özellikle abartıldığı saptaması yapmıştı Şükrü Hanioğlu Hoca; çok
doğru.
Soru esasen şu: Biten savaşın ardından, gün
sayan askerlerin turnuvası sonunda, sempatiklik adına yaptığı davete gelen
Fenerbahçe’nin maçını, “intikam duyguları içindeki milli duygularını
şahlandıran ve yaralı gönüllere teselli veren yegane olay” gibi tanımlatan
duygu nedir?
Evet... Şimdi geçelim şu meşhur “Milli
Mücadeledeki Fenerbahçe” argümanına...
Bu “rolü” şöyle anlatıyor Fenerbahçe
kaynakları:
“Şöyle bir ağız tadıyla İstanbul’u işgal
ettirmeyen Fenerbahçe’den intikam almak isteyen” bir general... Kapatılmasın
diye “araya giren” Saraylılar... “MİM grubuyla koordineli çalışan”
Fenerbahçe... Gizlice silah kaçırılan "kayıkhane" var bir de
anlatılarda...
Başlayalım. Fenerbahçe hiç kapatılmamıştır.
(Kapatılsaydı işgalci piyadelerle 50 maç yapamazdı zaten) Yine başka Fenerbahçe
sitesinde yazıldığı gibi “kulüp kapısının önüne asker koydular” dediği olayın
Fenerbahçe ile ilgisi zaten yoktur.
Bu kadar kendine yontmaya çalışmak, hamaseti
de geçiyor, geçmişe saygısızlık boyutuna çıkıyor. İşgale karşı mücadeleyi
okullar, esnaf, işçiler, kadınlar, basının bir kısmı ve esasen gizli
teşkilatlarda çalışan isimsiz binlerce kahraman yürütüyordu.
Kadınlar meydanlarda miting yapıyor,
üniversite öğrencileri, İngiliz yanlısı hocaların derslerine girmeyip, onlar ayrılana
kadar boykot yapıyorlar ve isteklerini kabul ettiriyorlardı. Kısacası topyekün
bir mücadeleydi bu.
Teşkilat-ı Mahsusa, Karakol, Müdafa-i Milliye
(Mim Mim), Felah, Muvanet-i Bahriye... İttihat Terakki/Kuvvayı Milliye için
çalışan birçok örgüt, Anadolu’ya silah taşıdı. Savunma Bakanlığı ve G.kurmay
Başkanlığı (kısa bir süre dışında) zaten Ankara’yla koordineydi.
Milli Mücadele kimsenin takım rengine bakılan
bir süreç değildi. Bu yüzden bir çok Galatasaraylnın zaten çoktan Ankara’ya
gittiğini ve bizzat Mustafa Kemal’ın yanında, ekibinde olduğunu bilmez. Üstelik
bir tanesi kurucumuzdu.!
Biz Ruşen Eşref Atatürk’ün yanında diye,
Abdürrahman Şeref milletvekili ve Cumhuiyeti ilk duyuran isim diye
Galatasaray’ın milli mücadeleye olan katkısını hiç böyle anlatmadık doğrusu...
Değinmeden geçemeyeceğim; Fenerbahçeli
tarihçinin sanki Fenerbahçe’nin “kapatılmasının öcünü alıyormuş” gibi anlattığı
Topkapılı Canbaz Mehmet, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk Şehremini şubesini kuran
isimdi. Gelibolu’da Mustafa Kemal’in komutası altında savaşmış bir askerdi.../
Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gitmeden koruyan
biriydi. Şehrin arabacılara ve hamallara ilâveten, İstanbul’un birçok hırsız ve
yankesici çetesiyle de aşinalığı olan ve onları silah depolarının soyulmasında
kullanan Topkapılı’nın Fenerbahçe ile ilgisi sıfır bile olamazdı. Ayıp.
Çok daha önemli- nedense atlanılan- başka bir
atrihi gerçek: İşgal sırasında, İstanbul’un Anadolu’ya açılan kapısı olan
Kadıköy ve Üsküdar, İtalyan kontrolündeydi. Ve burada kontrol gevşek bile değil,
yoktu. İngilizlerle büyük anlaşmazlıklar yaşayan İtalyanların.../
... (ve ardından Fransızların), Kemalist
harekete destek verdiğini, uçak dahil epey silah yardımı yaptığını ve
İstanbul’daki silah kaçakçılığına ses çıkarmadığını biliyoruz.
Dolayısıyla bir efsane gibi anlatılan
İngilizlerin “kulübü bastığı, 2 futbolcuyu öldürdüğü” General Harington’un
Fenerbahçe aleyhine bildiri yayınlayarak kulübü kapattığı” iddiaları, kanıtı
olmayan, gerçeklikten uzak, şanlı tarih oluşturmada kullanılan anlatılardan bazıları..
Üstelik bu “rahat” İtalyan bölgesinde 2 ana
ikmal hattı olduğu da bizzat kullananlar tarafından ayrıntılı olarak
yazılmıştır. Bu hatlardan birincisi, Menzil Hattı denilen Dudullu ve Geyve
hattıdır. Diğeri ise Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’dir (Oradan da Çamlıca).
Aslında İttihat Terakki’nin sakladığı
malzemenin esasının Avrupa yakasında olduğu da biliniyor. Yeşilköy'deki
Çobançeşme cephaneliğinden 250.000 fişeğin çalınması, Haliç’teki depodan 500
sandık cephanenin kaybolması gibi yüzlerce raporlanmış gerçek hikaye var
kitaplarda...
Son olarak, Fenerbahçe neden tarihini
böylesine efsanelerle farklılaştırmak zorunda hissediyor sorusuna bana göre
verdiğim yanıtı yazayım... (Az kaldı, dayanın :-) )
İlginçtir ki, bu iddialar ve sahiplenmelerin
tümü, 2000’li yılların hemen öncesi civarına dayanıyor. 70’lerde ve 80’lerde
(ve tabi daha öncesinde) Fenerbahçe kulübünün bu bağlamda bir söylemi yok.
Diğer herkes gibi maçını yapıyor, yeniyor, yeniliyor vs. Futbol konuşuluyor.
1980’lerin ortasından itibaren Galatasaray’ın
futboldaki yükselişinin başlangıcıyla, tarih, değme edebiyatçıya taş çıkaracak
hamasi hikayelerle yeniden ambalajlanıp huzursuzlaşan taraftarına sunuluyor.
Rüştü Dağlaroğlu’nun “Fenerbahçe Tarihi”
kitabının 1987’de yeni yayınına denk geliyor bu. Bu mistifikasyon malzemeleri
ilk orada üretilmiş. Rahmetli Dağlaroğlu’nun tarihçi olmadığını, yıllarca
sporculuk ve genel sekreterlik yapmış bir Fenerbahçe aşığı olduğunu biliyoruz.
O’nun hayatında ve hayal dünyasında büyük bir
yer kaplayan Fenerbahçe için tarih yazmak istemesi çok doğal bir şey. Ama ne
yazık ki olmayan şeyleri olmuş gibi yazmak, sıradan olayları büyük bir başarı
gibi anlatmak, bu kitapta fazlasıyla mevcut.
Beşiktaş’a kızıp Fenerbahçe’nin kuruluş
tarihini 1899’a çekebilecek kadar tarihi gerçekleri önemsemeyecek bir tutkudan
bahsediyoruz. Başka bir dolu tahrif de var maalesef.
Örneğin, yazarken artık yaşamayan isimlerden
kurguladığı bir hikaye, Atatürk’ün “Fenerbahçeliliği”nin “ispatı” oldu maalesef..
“Ya böyle bir şey olmadı, yapmayın” diyecek isimler üstelik Galatasaraylı
isimler! Yani tavatür.. Oğlu diyor ki, ben babamdan dinledim filan...
Rahmetlinin başka birçok değerli çabası var,
biliyoruz elbette ama oradaki abartıları alıp 1987’den sonra destansı hikayeler
haline getirenlerin iyi niyetli olmadığı kesin....
Ardıllar felaket.. Hele bir de olgunlamamış
gösterişlilik eseri bir Asr-ı Fener var kitabı ki, Dağlaroğlu’na rahmet
okutuyor. Tarihi bambaşka bir biçime büründürmüş. Futbolda giderek
başarısızlığa, yetersizliğe alışmakta zorlanan Fenerbahçelilere teselli gibi...
Tarihi bilmeyen kalabalıkları hamaset yüklü
öykülerle kandırmanın anlamı nedir? İşgalde olan bir şehirde, sadece
numaralarla adlandırılacak kadar gizli çalışan binlerce gönüllünün tarihe
geçmiş çabalarını hiçe sayarcasına ‘bizim iskeleden silah kaçırıyorduk’ demek
nedir?
Kurmaca bir tarih yaratmak için olayları eğip
bükmenin gereği yok. Fenerbahçe’nin tarihi, olduğu haliyle de okunabilecek,
sevenlerinin gurur duyacağı, futbolseverlerin takdir edeceği kadar köklü...
Evet, söylemiştim uzun olacak diye.. Buraya
kadar sabredenlere teşekkürler. Bitti.
Herkese sevgiler,
Yazan: Mehmet ŞENOL
Derleyen: Salih HÜROL
Yorumlar
Yorum Gönder